Siyaset Bilimci Fatih Yaşlı: “Kalemini, halkın çıkarlarına yöneltmiş biriyim”


Çoğumuzun Sol Portal’daki yazılarıyla, kitaplarıyla ve sosyal medyadaki paylaşımlarıyla, kimimizin de çıktığı yayınlarla tanıdığı Siyaset Bilimci Fatih Yaşlı, Marksist kimliği ile öne çıkıyor.

Emekçi bir ailenin çocuğu olarak yoksulluğu ve zenginliği gördükten sonra, ‘halk için ve halkla beraber’ bir şeyler yapması gerektiğini fark edip, başka bir dünyanın mümkün olduğunu göstermek için yazıyor Yaşlı.

Ülkede sol rüzgarların esmesinin imkansız olmadığını söyleyen Yaşlı, 31 Mart Seçimleri’nde oluşan atmosferin muhalefet tarafından doğru yönlendirilmesi ve uygulanan ekonomi programının karşısına, halkın çıkarlarını önceleyen bir programla çıkılması gerektiğini vurguluyor.

Fatih Yaşlı ile sosyalist düşünceyle nasıl tanıştığı, Türk sağının gidişatını, Türk sağının gençler üzerinde yaratmaya çalıştığı etki ve uygulanan politikalar, sivil toplum kuruluşlarının hak odaklı çalışmalarını sosyalizm perspektifinden nasıl okuyabileceğimiz üzerine konuştuk.

Çocukluk ve ilk gençlik yıllarınızdan biraz bahseder misiniz, hangi okullarda okudunuz, nasıl bir çevreniz vardı? 

Ankara’da doğdum, 1979’da. Emekçi, hatta yoksul denilebilecek bir ailenin çocuğuyum. Hep devlet okullarına gittim ama özellikle ilkokulda ve ortaokulda çok iyi hocalarımız vardı. Bugünle kıyaslandığında karşılaştırılamayacak kadar yetkin, kendi alanında bilgili öğretmenler karşımıza çıktı. Çünkü o zamanlar devlet okullarında bir kalite, kamucu fikir ve anlayış vardı. Öğretmenler bugüne nazaran çok daha idealistti. Onlardan son derece faydalandık.  

Esas olarak benim hayatımı değiştiren, çocukluğuma etki eden iki dayım vardı. Çünkü onlar, 12 Eylül Darbesi’nden hemen önce, daha üniversiteye başlamamışken sosyalist düşünceyle tanışmışlardı. Bizim eve de dayımların arkadaşları gelirdi. Nazım Hikmet, Hasan Hüseyin, Zülfü Livaneli, Ahmet Kaya… bu isimlerin hepsi bizim evde konuşulurdu. Ben de o zamanlar yavaş yavaş bu sohbetlerin bir parçası olarak dinlemeye başlamıştım. O sırada da hem dayımlar hem onların arkadaşları bana düzenli olarak kitap vermeye başladılar: Yeni yılda, doğum günlerimde sosyalist düşünceyle tanışabileceğim kitaplar alırlardı. Örneğin Nazım Hikmet’in Sevdalı Bulut, Samed Behrengi’nin Küçük Kara Balık’ı örnek verebilirim. Buna benzer kitaplar neticesinde, elbette doktriner olarak solculuğu, sosyalizmi tam olarak anlayamıyorsun ama ortada özel bir fikir var: İstenilen şeyin, eşit, adil, yoksulluğun ortadan kalktığı bir dünya olduğunu anlayabiliyorsun. Üstelik yoksul sınıfa aitsin. Orta ya da üst sınıftan bir aileden gelip, “Sol, sosyalist fikirler ne kadar güzelmiş” diye değil, içinde yaşadığın hayata da bakıp o eşitsizlikleri bizzat kendin deneyimleyip yoksulluğun ve zenginliğin ne olduğunu gördükten sonra tüm bu fikirlere sahip oluyorsun.  

Ben 3-4 yaşlarında okumayı dayımlardan  öğrenmiştim. Sürekli kitap okurdum. 5. sınıf ve ortaokuldan itibaren Marksizmin temel eserleri denebilecek kitapları okumaya başladım ve lise yıllarıma geldiğimde, Marksist klasiklerle birlikte aynı zamanda edebi klasiklerin çoğunu da- Tolstoy, Dostoyevski, Thom Hansmann, Gorki- okumuştum. 

Üniversite yıllarımdan itibaren hep akademisyen olmayı düşündüm. Hatta lisedeyken bile, “Sosyalizm adına ne yapabilirim:?” diye sorduğumda, “Elim kalem tutuyor, yazı yazabilirim” dedim kendime. Çok okuduğum için okuyup yazmak en iyi yapabildiğim şeydi. “Yazarak nasıl hayatımı kazanabilirim?” diye düşündüğümde ise “Gazetecilik, akademisyenlik ve avukatlık olabilir” dedim. Belli bir zamandan sonra da üniversite kalmak istedim.. Bugün gelinen noktada onu da başarmışım gibi görünüyor. Üniversitede kalmak, sosyalist fikirlere dair yazmak ve bu fikirleri insanlarla paylaşmak, insanlara bir şeyler anlatmak… Akademisyenliğin dışında bir de kamuya seslenen, fikirlerini, kalemini halkın çıkarlarına yöneltmiş olan biriyim.

Avukatlık veya gazetecilik mesleğini seçmek yerine okulda kalmayı tercih ettiğinizi söylediniz. Bu tercihi yaparken bir rol modeliniz var mıydı? 

Aslında yoktu. Üniversite yıllarımızda elbette çok iyi hocalarımız vardı ama ben yanlış, daha doğrusu istemediğim bir tercihle, Gazi Üniversitesi maliye bölümüne girdim. Normalde 10 tercih yapmıştım. Bizim zamanımızda önce tercih yapılıyordu, sonra puanlar geliyordu. Benim ilk 9 tercihim siyaset bilimleri, uluslararası ilişkiler bir de Ankara Hukuk’tu. Mali müşavir dayım, “Son tercih olarak maliye bölümünü yaz, hiçbir şey yapamazsan bile buradan para kazanırsın” dedi. Ben de onu yazdım. Ardından, çok az puanlarla istediğim bölümlerin hepsini kaçırdım, 25-30 puan farkla Gazi Üniversitesi maliye bölümüne girdim. O dönem ailemin ekonomik durumundan dolayı, tekrar üniversite sınavlarına hazırlanmak gibi bir lükse sahip değildim. Üniversite sınavını kazanmıştım, dolayısıyla başladım okula ama muhasebe, finans gibi derslere pek ilgim olmadı. Bu derslerden kıl payı geçtim. O sırada kütüphanede siyaset felsefesi, sosyoloji, uluslararası ilişkiler, edebiyat, sanata dair okumalarıma  devam ettim ve aklımın bir köşesinde de hep, “Okulda kalacağım, siyaset bilimi yüksek lisansı yapacağım” fikri vardı. Gerçekten de üniversiteyi kötü bir not ortalamasıyla -çünkü sevmediğim bir bölümde okudum- bitirdim ama okulu bitirdiğimde yüksek lisansa girebilecek derecede de sosyoloji ve siyaset bilimi biliyordum.  

Fakültemizde iyi hocalar vardı ama hiçbiri rol modelim olmadı. Rol model olabilecek figürler  daha çok kitaplardaydı. Türkiye’de veya dünyada insanlara yazarak, anlatarak ulaşmayı başarmış onları başka bir dünyanın mümkün olacağını gösteren nasıl birtakım isimler varsa ben de onlar gibi olmak istedim. Hem teorik hem de pratik olarak siyasetin içinde yer almak en başından biri istediğim bir şeydi. Üniversiteden mezun olmamın üzerinden 25 yıl geçti, 25 yıl içerisinde adım adım, üzerine koyarak hem köşeyazılarıyla hem kitaplarla hem YouTube yayınları ve televizyon programlarıyla belli bir kesime, yani muhalif kesim içindeki belli bir toplama, ulaşmayı başardığımı düşünüyorum. Yeterli mi, yeterli değil. Ama bugün gelinen noktada, bana göre, fena değilmiş gibi görünüyor.

“GAZİ’DE OKUMAK, KİTAPLARDA ANLATILAN ÜLKÜCÜ PROFİLİNİ OKULDA GÖZLEMLEMEK İÇİN BANA FIRSAT VERDİ”

Gazi Üniversitesi’nde Maliye bölümünden mezun oldunuz. Sağcı bir okulda sosyalist olarak okumak nasıl bir deneyimdi, süreci nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Gazi Üniversitesi genel olarak sağcıların kontrolünde olan bir okuldur ama İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi görece daha rahat olabileceğimiz bir yerdi. Başka sosyalist devrimci arkadaşlara haksızlık etmek istemem ben o dönemde örgütlü değildim. Bana doğrudan gelen bir baskı hiçbir zaman olmadı. Ben sadece kütüphaneye gidip derslere giriyordum, okulda sosyalleşen biri değildim. 

Gazi’de okurken Türk sağı, milliyetçi hareket üzerine okumalar yapmaya başlamıştım. O okumaların pratik karşılığını zaman zaman fakültede ve üniversitenin başka yerlerinde görüyordum. Bu, biraz da kitaplarda anlatılan ülkücü profilini gözlemleme fırsatı verdi. Okul bittikten sonra akademide ne çalışacağı düşündüğümde ekonomi politik, maliye mezunu olduğum için kamu bütçeleri, kamu bütçelerinin sınıfsal karakterleri-o bütçeler nasıl yapılıyor, devlet kimlerden vergi topluyor, vergi toplarken nasıl sınıfsal tercih yapıyor, o paralar nereye harcanıyor?- yüksek lisansta bununla ilgilendim, tezim de bununla ilgiliydi. Tezimde ‘Türkçü- Faşizm’ dediğim ama akademik literatürde ‘Irkçılık- Turancılık’ denilen akımı incelemeye başladım. Doktora tezimi de 1940’lı yıllarda Türkiye’de ‘Irkçı- Milliyetçilik’ olarak şekillendirdi. 

1940’lı yıllardan sonra da adım adım şu meselenin üzerinde odaklandım: “Türkiye tarihine bakarken sağ siyaseti nasıl incelemeliyiz?”  

Sağ siyaseti incelerken de kaçınılmaz olarak, “Antikomünizm nedir, Türkiye siyasetini, komünizmle mücadele 1946’dan itibaren nasıl belirlemiştir?” sorularını incelemeye çalıştım ve tezimden sonra yazdığım kitaplar da bunun üzerine oldu. Soğuk Savaş Dönemi’nde Türkiye, Türkiye’de Türk sağı, Türk sağının komünizme bakışı, pratikte komünizmle mücadele olarak neler yapıldı, bunları incelemeye çalıştım. Bunları incelerken de temel mesele esas olarak Türkiye siyasi tarihi liberallerin ya da muhafazakarların anlattığının dışında alternatif bir şekilde nasıl okunabilir? Özellikle akademiye ve entelektüel dünyamıza baktığımızda Türkiye’de siyaset şöyle değerlendirilir: Bir tarafta merkez vardır. O merkez İttihatçılardan Kemalizme uzanan bir çizgidir. Bir tarafta da çevre yani mütedeyyin halk kitleleri vardır. Temel mücadele bu ikisi arasında, Türkiye’deki hakim paradigma bu. 

Bir de Marksist bakış var: Yalçın Küçük, Taner Timur, kısmen Doğan Avcıoğlu, Behice Boran… Onlar bize Türkiye tarihinin başka nasıl okunabileceğini gösterdi. Esas olarak söyledikleri şuydu: Türkiye de diğer ülkeler, diğer toplumlar gibi sınıflı bir toplum, Türkiye siyasetinde de temel ikilik emek-sermaye çelişkisidir, üretilen zenginliğe nasıl el konulacağı meselesi. Dolayısıyla Marksizm tüm toplumlarda olduğu gibi Türkiye’de de sınıf mücadelesi üzerinden bakılır.

Sınıf mücadelesine Türkiye üzerinden nasıl bakılacağını kendime sorarken, buna yanıt olarak komünizmle mücadeleyi merkeze yerleştirdim. Komünizmle mücadele, Türkiye’de emek-sermaye çelişkisini, yönetenler ve yönetenler arasındaki ilişkiyi, Türkiye’de devletle Türk sağının kurduğu ilişkiyi anlamak için bir anahtar olduğunu düşünmeye başladım. Eğer siz Türkiye tarihini anlamak istiyorsanız Köy Enstitüleri neden kapatıldı, 1923’ün devrimci niteliği nasıl geri çekildi, 12 Eylül Darbesi neden yapıldı, AKP nasıl iktidar oldu anlamak istiyorsak eğer bakmamız ve anlamamız gereken şey komünizmle mücadele.

 Türkiye’yi yönetenler, ülkeyi yönetmek için Cumhuriyetle ve Cumhuriyetin değerleriyle olan bağını kopardı, dinselleşmenin ve ırkçı milliyetçiliğin yolunu açtı. Sol düşmanlığı ile birlikte, devletle Türk sağı arasında bir mutabakat ortaya çıktı. Özellikle 12 Eylül Darbesi’nden itibaren sol tasfiye edildi ve o mücadele için açılan kapılardan giren dinciler ve ülkücüler, iktidar oldu. 

“TÜRKİYE, 44 YILDIR 12 EYLÜL REJİMİNİN İÇİNDE YAŞIYOR”

Bugün bakıldığında, iktidarda AKP-MHP bloğu var. AKP, Türk sağının siyasal islamcı kanadını, MHP ise ülkücü kanadını oluşturuyor. Bu iki hareket, 12 Eylül öncesinde sola karşı bizzat devlet tarafından bilinçli bir şekilde büyütülüp beslendi, darbeden en az zararla çıkan onlar oldu. Geriye kalan 40 yılın sonunda, 22 yıldır ülkeyi islamcı, Cumhuriyet ile derdi olan bir parti yönetiyor. Bir de onun yanına, son 6-7 senede ülkücü-milliyetçilik eklendi. Dolayısıyla 12 Eylül Darbesi’nin Türk- İslam sentezi şu an iktidarda. Biz 44 yıldır 12 Eylül’ü yaşıyoruz. Türkiye tüm o demokratikleşme iddialarına rağmen 44 yıldır 12 Eylül rejiminin içinde yaşıyor. O rejimi zirveye ulaştıranlar da AKP ve MHP oldu. 

Tüm bunları anlayıp doğru şekilde kavramanın yolu, bana göre, Türkiye tarihini sınıf mücaleleri ve Marksist bir perspektiften okumaktan geçiyor. O Marksist perspektifin de benim açımdan en önemli noktası türk sağını doğru bir şekilde anlayabilmek, komünizmle mücadelenin bu topraklarda nasıl verildiğini ve o mücadelenin bizi nereye götürdüğünü doğru bir şekilde anlamak. 

Peki, Türk sağı nereye gidiyor?  

Bugün geldiğimiz noktada şöyle söyleyebiliriz: Bu röportajı seçimden önce yapsaydık başka şeyler söylenebilirdi. Ama bugün gelinen noktada, özellikle 31 Mart Seçimleri’nin ortaya koyduğu sonuçlar itibariyle farklı şeyler söylemek gerekiyor. 

14-28 Mayıs Seçimleri’nden Türk sağı gerçekten çok büyük bir zaferle çıkmıştı. Erdoğan, tekrar cumhurbaşkanı seçilmişti, AKP-MHP mecliste çoğunluğu elde etmişti, Cumhur İttifakı daha çok oy almıştı. İlk turda ülkücü kökenli, ve hala ülkücü olduğunu söyleyebiliriz, Sinan Oğan yüzde 5 civarında bir oy almıştı. Zafer Partisi yine ilk kez girdiği seçimlerde ciddi bir oy oranına ulaşmıştı. Ve bir seküler milliyetçi dalganın yükseliş iddiası vardı. Aynı zamanda şunu da ekleyelim: Altılı Masa’nın anlaşması gereğince Kılıçdaroğlu CHP’si neyse DEVA, Gelecek, İYİ, Saadet, Demokrat Parti’den 40’a yakın milletvekili aynı zamanda sokmuştu, İYİ Parti’nin kendi milletvekilleri hariç,  bunu da söylemiş olalım. 

Dolayısıyla, aslında ortaya çıkan tablo Türkiye’de siyasetin tümüyle sağa yattığı yönündeydi. Hatta öyle ki, milliyetçi partiler bir araya gelirse onların tek başına iktidar olacağı dahi iddia edilmişti. Fakat 14-28 Mayıs Seçimleri’nden 31 Mart Seçimleri’ne kadar geçen yaklaşık 9-10 aylık sürede Türkiye’de öyle hızlı bir yoksullaşma tablosu ortaya çıktı ki, bütün denklem değişti, o harita kırmızıya boyandı. Şimdi tek tek partiler bazında baktığımızda AKP’nin korkunç bir oy kaybı yaşadığını görüyoruz. MHP’nin de çok ciddi oy kaybettiğini görüyoruz. DEVA, Gelecek ve Saadet’in herhangi birinin Türkiye siyasetine etkisi olmadığı görüldü. 

Öte yandan Zafer Partisi fenomeni bence alttan alta devam ediyor. Yani, 18-25 yaş arası gençlerin oraya bir ilgisi var. Örneğin ODTÜ’deki sandıklara bakıldığında, orada Zafer Partisi yüzde 13 oy almış ama gençler arasındaki o ilgiye rağmen bu seçimde sandığa gidildiğinde biraz kimliklerini, ideolojilerini bir tarafa bırakıp sadece ekmek meselesine odaklandılar. Bu tabloya baktığımızda Türk sağının toplam olarak parti bazında düştüğünü gösteriyor. Bunun sadece tek bir istisnası var: Yeniden Refah Partisi yerel seçimde Yozgat ve Urfa’yı aldı. Bunun dışında yüzde 6-6,5 civarında bir oya ulaştı ve bu durum Erdoğan’ı ciddi şekilde endişelendirmiş gibi görünüyor çünkü artık karşısında pazarlık yaparken yüzde 6’lık bir parti olacak.  

“YENİDEN REFAH, ÖNÜMÜZDEKİ SÜREÇLERDE SİYASETTE ÖNEMLİ AKTÖRLERDEN BİRİ OLACAK”

Yeniden Refah Partisi’nin yükselişi bence yine ekmek meselesiyle ilgisi var. O da şu: Yaşadıkları yoksulluk nedeniyle AKP’ye öfkeli olan ama birtakım tarihsel nedenlerle örneğin “Başları secdeye varmıyor” diyerek CHP’ye oy vermeyecek olan bir toplam, AKP’yi cezalandırmak için Yeniden Refah’a oy verdi. Eskiden şöyle oluyordu: AKP’nin tabanı MHP’ye yöneliyordu ama bu seçimde halk MHP’nin de en az AKP kadar ekonomi politikalarından sorumlu olduğunu, buna itiraz etmediğini düşündü. AKP’den kayan oylar bu kez MHP’ye gitmedi ve AKP’den CHP’ye ciddi bir oy kayması oldu ama aynı zamanda Yeniden Refah Partisi de “Milli Görüş’ün esas sahibi biziz” mesajını tekrar verdi. 

AKP’ye zamanında Milli Görüş’ü temsil ettiği için oy veren islamcı kitlelerin bir bölümü yüzlerini Yeniden Refah’a dönmüş oldular. Yeniden Refah bence önümüzdeki 10-20 yıllık süreçte, Türkiye siyasetinin önemli aktörlerinden biri olacak. Ben AKP gibi iktidara gelebileceklerini asla düşünmüyorum, buna potansiyelleri olmadıklarını düşünüyorum ama muhtemelen önümüzdeki yıllarda bir koalisyonlar dönemi görürse Türkiye, o koalisyonların ikinci veya üçüncü partisi olacaktır. 

“HALK YÜZÜNÜ BİLİNÇLİ OLMASA DA SOLA DÖNDÜ”

14-28 Mayıs Seçimleri bittiğinde, Türkiye’de çok ciddi bir sağ tablo ortaya çıkmıştı fakat 31 Mart Seçimleri’ne ekmeğin küçülmesiyle “Mehmet Şimşek Programı” dediğimiz neoliberal program damgasını vurdu. Halk bilinçli bir şekilde olmasa da yüzünü sola döndü. Yüzünü sola döndü derken, halk bir gecede Marx ve Lenin okuyup yüzünü sola döndü demek istemiyorum.Ekmeği küçülen halk, içgüdüsel olarak, ekmeğinin nasıl büyüyeceğine dair sorular sormaya başladı ve ekmeğini küçültenlere bir ceza verdi. Bunu yaparken belediyelere bakarak, kırıntı düzeyinde de olsa sosyal politikaları kendi açısından faydalı olacağını düşündü. Kent lokantaları, Ankara’daki Ankara Kart, çiftçiye gübre desteği, öğrencilere yurt desteği, annelere ücretsiz ulaşım… Genel olarak CHP’li belediyelerde izlenen, küçük de olsa sosyal devleti çağrıştıran politikalar, halkta karşılığını buldu. Ardından halk muhalefete dedi ki, “Sen ne kadar sosyal politika izlersen, ben sana o kadar çok destek vereceğim” 

Bugün geldiğimiz nokta bu. Halk bir arayış içerisinde. Halk bu zamana kadar bir arayışın sonucu olarak başka bir partiyi tercih etti. 

Türkiye’de ne zaman kemer sıkma politikası uygulansa, bu politikayı uygulayan kimse ona bedel ödetir bu halk. Elimizde veriler var, seçim sonuçları da bunu gösteriyor.  

AKP’nin avantajı şuydu: AKP kendisinden önceki partilerden farklı olarak devletleşmiş, rejim inşa etmiş bir partiydi. Kendi medyası, vakıfları, tarikat ve cemaatlerle bağlantısı vardı; MHP ile ittifak kurmuştu, bürokrasiyi tamamen ele geçirmişti; yargı, ordu, istihbarat bunların hepsini kontrol ediyordu. Halk buna rağmen, CHP ciddi anlamda halkı etkileyecek işler yapmamış olmasına rağmen halk kendiliğinden Türkiye’yi yöneten sağcı iktidara, koalisyona bir tepki gösterdi. Nerede kemer sıkma politikasına bir tepki varsa, orada sol vardır. 

Bugün Türkiye’de herhangi bir sol parti veya örgüt, halk arasında güçlenmiyor olsa da, halkın aradığı şey gelir dağılımında ve vergi sisteminde adalet, sosyal devlet, daha insanca bir hayat, adil bir hayat, kamucu bir anlayış. Bu da siyaseten sol bir potansiyel taşıyor. Halkın bu arayışına siyaset doğru bir program hazırlayabilirse ve ‘Şimşek Programı’nın karşısına emekçilerin çıkarlarını koruyan bir program koyabilirse, Türkiye’nin önümüzdeki döneminde yüzü sola dönük bir dalga, toplumsal muhalefet yükselebilir, bunun işaretleri var.

Mehmet Şimşek’in programına doğru yerlerden karşı çıkılıp, halka götürülebilirse, kısa vadede ülkede sol rüzgarların esmesi mümkündür. Ama eğer Şimşek Programı önemsiz görülürse kısa vadede sol siyasetin hiçbir şansı yok. Ben seçimden itibaren meseleyi hep ekonomiye, ekmeğe, bu programa bükmeye çalışıyorum ve diyorum ki: En önemli mesele, bu programla mücadeledir. Buna elbette ki laiklik, kadın meselesi eklenebilir. Ne istiyorsanız… Ama eğer bugün Türkiye’de 18 yaşındaki çocuklar “sınıfsaldır” konusu üzerine tartışmaya başlamışlarsa, bu bize siyaseten nasıl bir yol haritası izlememiz gerektiğini de gösteriyor, bence. Bir tarafta ıstakoz yiyen bir azınlık, diğer tarafta Eminönü’nde yılda 1 kere ailece balık ekmek yiyemeyen geniş halk kitleleri. Çelişki bugün buradadır. Bu çelişkiye müdahale eden siyaset bence yükselir bu da elbette sol siyaset olur. 

“ÜLKENİN 22 YILDIR İSLAMCILAR TARAFINDAN YÖNETİLMESİNDE, 12 EYLÜL’ÜN SOLU SİLMESİ, İSLAMCILARI DENKLEMİN DIŞINDA BIRAKMASI VAR”

Türk sağının gençlik politikalara ve genç nesillere yaklaşımı hakkında ne düşünüyorsunuz? Gençler üzerinde nasıl bir etki yaratılmaya çalışılıyor ve hangi stratejiler benimsenmiş? 

Bütün siyasal ideolojiler, gençliğe seslenir. Gençliği bir şekilde harekete geçirmek ve onlar üzerinden örgütlenmek isterler, bu da işin doğasında vardır. Siyaset böyle işler.  

Türk sağı da benzer şekilde gençliği örgütlemeye çalışmıştır. 1946’dan itibaren burada gençlik hep antikomünist bir teyakkuz haliyle örgütlenmiştir. 1946’dan itibaren Sovyetlerin Türkiye’yi işgal edeceği, komünistlerin Sovyetlerin Türkiye’deki ajanları olduğu, bu ülkeyi bölecekleri, aile kurumunu ortadan kaldıracakları, ahlaksızlığı yayacakları, dini ve milliyetçiliği yok edecekleri, Türklük ve İslam düşmanı oldukları gibi geniş bir yelpazeye sahiptir ve elbette ki gençliğin bir kısmı üzerinde etkili olmuştur. 

Özellikle o dönemde üniversiteler sadece kentte olduğu için taşradan kente okumaya gelen dindar muhafazakar ailelerin çocukları bu söyleme kapılmıştır. Bu söylem devam ederken 1960’lı yıllarda Türkiye’de, Avrupa’daki 68 akımından da etkilenecek bir şekilde gençlik kitlesel anlamda ilk kez sola dönmeye başlamıştır, fikir federasyonları kurulmaya başlamıştır, TİP çok etkili olmaya başlamıştır, Deniz gezmiş, Mahir Çayan gibi liderler ortaya çıkmıştır, onlar bir süre sonra TİP’ten ayrılıp kendi örgütlerini kurup silahlı mücadele başlatmışlardır, üniversiteler adeta solun tekeline geçmiştir ve bu sırada da Türkiye’de sağ siyaset karşı tepki olarak adım adım örgütlenmiştir. O dönem Adalet Partisi ile Demirel’le başlar antikomünizm, sonra Türkeş Türkiye’ye döner, Ülkü Ocakları’nı kurarlar ve gençliğe yeni bir rota, yani Kemalist milliyetçiliğin, devlet milliyetçiliğinin dışında 1940’ların Türkçü-faşizminden etkilenen antikomünist, kısmen ırk eksenli yeni bir- sokağı gözeten, paramiliter bir güç niteliği taşıyan, şiddet siyasetine başvuran- akım ortaya çıkmıştır

Türkiye’de 60’lı yıllardan itibaren, komünizmle mücadelede, “Gençlik nerede duruyor?” diye bakıldığında, daha önceki sağcı örgütlenmeler( Milli Türk Talebe Birliği, komünizmle mücadele dernekleri gibi), adım adım geriye çekilmiştir, belli bir süre sonra tekelleşmiş ve tek başına kalmıştır. Neredeyse siyasal şiddet örgütüne dönüşmüştür ve gençliği de ciddi bir şekilde örgütlemeyi başarmıştır. 

Sosyalist gençliğin karşısına, gençliği örgütlemeyi başaran ülkücü kesim, bunun yanı sıra islamcı hareket de 12 Mart Darbesi’nden sonra, giderek etkili olmaya başlamıştır ama onlar daha çok sokaktan ve şiddetten uzak durmaya çalışmışlardır. Tarikatler, cemaatler ve öğrenci dernekleri üzerinden daha çok örgütlenmişlerdir: Akıncılar, Milli Türk Talebe Birliği bunlar bir yandan giderek islamize olan bir gençliğe işaret eder ama diğer yandan dediğim gibi ülkücülerin ve devrimcilerin sokakta siyasetle şiddet arasındaki dengenin bozulduğu o iklimden islamcılar uzak durmuştur ve bu, 12 Eylül Darbesi’nde işlerine yaramıştır. Yani 12 Eylül Darbesi çok net sola, sosyalistlere, devrimcilere karşı yapılmıştır ama devlet o dönemde darbenin meşruiyetini sağlamak için göstermelik de olsa, devrimcilerden daha düşük oranda ülkücülere yönelik operasyonlar düzenlemiştir. Örneğin 5 devrimci idam edildiyse buna karşılık 1 ülkücü idam edilmiştir. Türkeş bir süre tutuklu kalmıştır, ülkücü kuruluşlar davası olmuştur ama bunların hepsi ülkücü hareketi bitirmekten ziyade toplumda darbenin tarafsızlığı, yani darbenin iki tarafı vurduğu izlenimini sağlamak adına yapılmıştır. Buradan şanslı olarak çıkan islamcılar olmuştur. Yani şiddete az bulaştıkları için elbette örneğin Erbakan da tutuklanmıştır, Milli Selamet Partisi de kapatılmıştır ama o büyük kitlesel tutuklamalar, işkenceler, idamlar söz konusu olduğunda, islamcılara dokunulmamıştır. 

Örneğin 2000’li yılların başında, AKP’yi kuran kadrolara yani Recep Tayyip Erdoğan’a, Abdullah Gül’e, Bülent Arınç’a, 12 Eylül’de dokunulmadığını biliyoruz. Bugün gelinen noktada islamcıların 22 yıldır ülkeyi yönetiyor olmalarının gerisinde 12 Eylül Darbesi’nin solu tamamen silmesi var, ilk neden bu. İkinci neden de kısmen de olsa, ülkücülere vurması ama o sırada islamcıları büyük ölçüde denklemin dışında bırakıp, onlara herhangi bir devlet şiddeti uygulamamasıdır. 

Uzun zamandır akademidesiniz. Bu süreçte çok önemli olarak gördüğünüz olay veya durumla karşılaştınız mı? Örneğin, sağcı bir öğrenciniz, sizden ders aldıktan sonra, düşünce yapısında bir değişim oldu mu?

Evet yani benle tanışmadan önce göre daha islamcı veya milliyetçi olup, zamanla yüzünü daha sosyalist fikirlere dönüp bu alanda okumalar yapan hatta akademisyen olan öğrencilerim var birkaç tane de olsa, kısmen hayatlarına dokunduğumu düşündüğüm. 

Artık Türkiye’de gençlik son derece sessiz, ürkek, çekingen. Üniversitelerde öğrenciler artık bizim anladığımız ve yaşadığımız anlamda politize olmuyor. Bir fikirleri varsa bile, bunu daha çok sosyal medyadan veya internetten öğreniyorlar, yani bildikleri bunlarla sınırlı. Bizim zamanımızda olduğu gibi geceler boyu sabahlara kadar kitaplar okuyup tartıştığımız gibi politize oldukları bir süreç yok ama elbette ki bir toplumun içinde yaşıyorlar. Bir ekonomik kriz var ülkede ve bundan en çok etkilenen kesim öğrenciler. Aldıkları burs miktarı, kantinde bir tost yemenin fiyatı, erkek veya kız arkadaşınla dışarıya çıkıp iki bira içmenin bedeli belli. Şimdi bunların hepsi düşünüldüğünde, gençlerin politize olmama ihtimali yok ama politizasyon daha çok tepkisel olarak şekilleniyor. Zaten çoğu, AKP iktidarına tepkili. Siyasal islamcı politikalar nedeniyle çoğu genç, kendini deist veya ateist olarak tanımlıyor. 

Maalesef, gençliğin asla küçümsenmeyecek bir bölümü sığınmacı göçmen meselesi üzerinden kendini ırkçı veya faşist olarak tanımlayabiliyor. Bu son derece kritik bir mesele. Ama dediğim gibi, o sessizlik ve çekingenlik zaman zaman öğrenciler arasında kitap okuyan, sorgulayan, düşünen kişiler olur ama bunların sayısı her zaman azdır. 10 yıl önce bunun sayısı daha çoktu, giderek azalıyor bu sayı, bu da üzücü. Hala memleketi hakkında düşünüp bir şeyler yapmaya çalışan gençler de var. 

Eskiye göre, Türkiye’de üniversite eğitimi son derece kalitesizleşti. Her şehirde üniversite var. Bu üniversitelerin her yıl kontenjanları artıyor ve sıfır netle dahi bu bölümlere girilebiliyor. Türkiye’de üniversite eğitimi artık eğitim olmaktan çıktı, akademik ortam fikir üretmekten uzaklaşmış durumda. Bu tabii ki gençliği de etkiliyor. Yine de 31 Mart Seçimleri’nde çıkan havanın, Türkiye’de sol değerlerden yana bir rüzgar estirmesini umut ediyorum. Öyle bir rüzgar eserse bugün bir şekilde kendisini bambaşka yerlerde konumlandıran genç kesimlerin, kendi gelecekleri ve memleketin geleceği adına sol değerlerle buluşmasının çok da uzak olmadığını düşünüyorum. 

Doğru siyasi bir yaklaşım benimsenirse bugün siyasetten uzak, siyasetle iç içe olsa da kendisini böyle ırkçı, faşist diye tanımlayan genç kuşakların o esen rüzgarla birlikte, sol değerlerle buluşma ihtimali bence son derece güçlü.

“EZEN- EZİLEN İLİŞKİSİ, SADECE SINIF ÜZERİNE KURULMAZ”

Gençlerin politize olmadığını söylüyoruz ama sivil toplum kuruluşlarında hak odaklı çalışmalara katılan ve bu çalışmaları yaygınlaştırmaya çalışan gençler var. Gençlerin bu çalışmalara katılmaları hakkında ne düşünüyorsunuz? Bunu sosyalizm perspektifinden nasıl okuruz? 

Ortada ezilen bir kimlik varsa bunun elbette mücadelesi verilecektir, bunda bence hiçbir sorun yok. Ezen-ezilen ilişkisi sadece sınıf üzerine kurulmaz. Bambaşka ezen ezilen pratikleri vardır. Örneğin, kadınlar erkekler tarafından, LGBTİ bireyler heteroseksüeller tarafından ezilmektedir. Bununla ilgili birtakım ulusal kimlikler, örneğin kürtler farklı coğrafyalarda sadece kürt oldukları için ezilmektedir. Bunlar çok açık verilerdir ancak benim açımdan mesele şudur: Ben kimlik siyasetinin tek başına, kimlik sahiplerini de kurtarmaya yeteceği kanaatinde değilim. Bu, ‘Sosyalizm gelene kadar kadın, LGBTİ bir kenara bırakılsın’ dediğim anlamına gelmiyor, ben bunu söylemiyorum. Ama bu sistem içerisinde kadın, kürt, LGBTİ sorunları ancak bir yere kadar çözüm üretilebilir. Tüm bunların gerçek anlamda çözümü, sömürünün ortadan kaldırıldığı ve insanın insanı sömürmediği bir sistemdir. Kimlik siyaseti tek başına düzeni sarsabilecek bir nitelik taşımayabilir çünkü feminizmin, LGBTİ’nin burjuva; kürtlüğün de milliyetçi karakterli olanı var ve onlar diyor ki, “Kürt patronla kürt işçinin çıkarları kürt ekseninde aynıdır” Ben de bir sosyalist olarak buna, ‘Hayır’ diyorum. Beni Kürt bir patronun başına gelen ilgilendirmiyor, beni Kürt bir işçinin başına gelen bir şey ilgilendiriyor. 

Bizi her şeyin sınıfsal olduğuna dair hakikatten uzaklaştırmak isteyen bir kapitalist sistem var. Benim inandığım şey: Cinsiyet, mezhep, din, dil, ırk fark etmeksizin tüm dünyada emeği ile geçinenlerin bir araya gelmesi ve bugünkü sömürü düzeni yerine ekolojik, demokratik, eşitlikçi, insan aklına uygun, laik, seküler sistemin kurulabilmesi ve bunun gelecek kuşaklara aktarılabilmesi. Dolayısıyla ben bunun mücadelesini vereceğim. O mücadeleleri verenlere saygım var, verdikleri mücadele kendileri açısından anlamlı olabilir. 

Son olarak sizi motive eden şeyi sorayım…

Başka bir dünyanın mümkün olduğuna inanıyorum. Bize çok büyük bir yalan söyleniyor, sistem büyük bir yalan üzerine kurulu. Ben kendi adıma,  bu yalanı görebildiğimi ve bunu söylemeye dair elimde birtakım araçlar olduğunu düşünüyorum: Yazmak ve anlatmak. Beni hayatta tutan şey bu.


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir