Bir oyunu izlediğimizde aklımıza gelen şeyler genellikle oyunu kimin yazdığı, yönettiği ve kimlerin oynadığı oluyor. Ancak bunun dışında oyuna farklı bir boyut katan, oyunun seyrini değiştiren bir kısım var: Dekor ve kostüm tasarımı.
Oyunun etkileyici olabilmesi için sahnede her şeyin uyum içerisinde olması gerekiyor. Işık tasarımı, müzik, koreografi, kostümler… Sahnelendiğinde sahneyle uyumlanan bu kostümler nasıl ve kimler tarafından tasarlanıyor, bu nasıl bir meslek ve mesleğin zorlukları neler?
Kostüm tasarımcısı Hilal Polat ile yaptığı kostümler ve sergiler üzerine konuştuk. Kendisi yaklaşık 20 yıldır bu mesleği yapıyor ancak “Akıllı insanın yapacağı bir iş değil” diyor mesleğinden bahsederken. Polat, 2023’te Misket, Parrhesia, Flu Liystrata, Terörizm oyunlarına; bu yılın başında ise, “Bay Samir” oyununa kostüm tasarımını yaptı.
Kendine biçilen “standart” biyografiyi yaşamayan, “Yapamazsın” diyenlere aldırmayıp kendi yolunu çizen biri Hilal Polat. Bu yolda işine yarayan bilgileri okuldan değil, annesinden öğrendiğini vurguluyor. Açtığı sergileri, yaptığı dekor ve kostümleri hayal gücüyle birleştirerek annesinden öğrendiklerini işliyor.
Bu zamana kadar 3 sergisi oldu Polat’ın.
2020’de “Arzu Kadar Kadim”, 2022’de “Ehven-i Şer”, 2023’te “Biz Beceremiyoruz Bu ‘Love’ İşlerini” sergileri, İstanbul ve Ankara’da sanatseverlerle buluştu.
Polat sergilerinde, bu zamana kadar erkeklerin hikaye anlatmasına karşı çıkarak, mitleri ve hikayeleri kendi yorumuyla ve işlemeleriyle anlatıyor.
(Biz Beceremiyoruz Bu ‘Love’ İşlerini Sergisi, Adem ile Havva Figürü)
Hilal Polat, yolunu ve yolculuğunu anlattı.
“Böyle bir meslek olduğunu bilmiyordum, tesadüfen başladım ve kostüm tasarımcısı oldum”
Kostüm tasarımına olan ilginiz ne zaman başladı, bu ilgiyi nasıl fark ettiniz?
Çocukluğumdan beri vardı, annem ve ablam dikiş diken insanlardı. Ama kostüm tasarımı diye bir şey olduğunu anlamam, üniversite zamanlarıma denk geliyor.
Bunun bir iş olduğunu bilmediğim bir toplulukta büyüdüm aslında. Sonra Dil Tarih’ten arkadaşlarımın ihtiyacı oluyordu, bir oyun için mesela. Yapması basit şeylerdi benim için. Zaten biliyordum, dikiyordum. Her zaman “tuhaf giyinen” kızdım çünkü kendi kıyafetlerimi kendim dikiyordum. Ufak ufak başladı, sonra kendimi kostüm tasarımcısı olarak buldum.
Birinin yanında yetişmedim, biri bana bu iş nasıl yapılır söylemedi. İstanbul’a gittikten sonra bir terzi buldum kendime oyunları yapmak için ve onunla 13 seneden fazladır çalışıyorum. Tamamiyle tesadüf olarak başladı.
“İnanılmaz bir inatçılıkla yönetmenin istemediği bir kostüm yaptım, oyunun seyri değişti”
Nasıl bir tesadüf yaşadınız? Arkadaşlarınız sizden yardım istiyormuş, sonrasında nasıl ilerlediniz bu alanda?
Bir çocuk oyunuyla başladım aslında her şeye. Bir arkadaşımın bitirme tezi vardı. “Her yol Roma’ya çıkar” diye bir çocuk oyunuydu. Sene 2001-2005 arasında bir tarihti her halde. 20 sene olmuş…
Dikiş bilmeyi bildiğim ve malzeme sağlayabilecek bir ailem de olduğu için başladık yapmaya. “Öyle olur, şöyle yapalım, aa şunu giyer her halde” şeklinde oldu biraz.
Kostüm iş görmüştü, tatlıydı. Zaten resim okuyordum. Aslında bu işi yapmak için gereken her şeye sahipmişim, onu anladım. Sonrasında beraber işler yapmaya devam ettik, başka oyunlar geldi.
Profesyonel olarak çalıştığım ilk tiyatro “Oyunbaz”dı galiba. O da inanılmaz bir inatçılıkla, yönetmenin asla istemediği bir kostüm tasarımı yaptım ve oyunun genel yapısı ve estetiği değişti. “Ben bunu yapabiliyorum” dedim. Sonrasında da, lanet olsun, sevdim. Akıllı bir insanın yapabileceği bir iş değil. Zor… Belli mesai saatlerin yok, “vov” dedirtecek bir kazancın yok… Mesela ben çok yoğun çalışıyorum, son sergim için diktiğim şeyleri yolculuklarımda diktim. Ama seviyorum.
“Eğitim sistemi içinde ‘geri zekalı’ olduğuma inanmış biriyim ama değilmişim, onlarla mutsuzmuşum”
Resim demişken…Hacettepe Üniversitesi’nde heykelcilik bölümüne girdikten sonra resim bölümüne geçiş yapmışsınız, neden?
Bölüm başkanımız bize bir değerlendirmede, “Kadınlardan heykeltıraş olmaz, biblotıraş olur” dedi, o yüzden geçtim resim bölümüne. O zaman da bugün yaptığım işler gibi işler yapıyordum ve yaptıklarımı kabul etmiyorlardı. Heykel dediğin onlar için anıt heykel, büyük, devasa şeylerdi, yani heykel oydu onlar için. Ben de o zaman, “Niye okuyorum ki bu bölümü? Bırakıyorum” deyip resim bölümüne geçtim. Orası daha mı iyiydi? Hayır, tabii ki değildi. Orada da aynı zihniyette insanlar vardı.
Bir şekilde mezun oldum, bitirebildim. Genelde bırakmamla meşhurumdur ben, bırakıp devam etmememle. Ama artık mecburdum, bir üniversite bitirmem gerekiyordu. Üniversite bitirmen gerekiyor bu ülkede, niyeyse… Öyle bir zorunluluğu var bu ülkenin. Herkes bir sürü üniversite bitiriyor… Lise gibi oldu artık üniversite.
Benim okulu bitirmem gerekiyordu. Kim için? Ailem ve bir sürü insanın sesini kapatmam için. “Evet üniversite bitirdim. Evet, güzel sanatları bitirdim. Evet, Türkiye’nin en iyi üniversitelerinden biri…” sadece bunu söylemek için okudum. Tabii ki okulun bana verdiği bir sürü şey olmuştur.
Yani… Hiçbir fikrim yok ne olduğuna dair… Çünkü okulda kendimi geri zekalı gibi hissediyordum. Uzun yıllar, eğitim sistemi içinde “geri zekalı” olduğuna inanmış biriyim. Çünkü ne benim anladığım gibi anlıyorlar ne benim konuştuğum şeyi konuşuyorlar… Düşüncelerimi söylediğimde, “Aman tanrım, bu neden bahsediyor böyle?” der gibi bakıyorlardı, uzaydan gelmişim gibi hissettiriyorlardı. Sonradan ortaya çıktı ki ben zekiymişim. Ben onların içinde mutsuzmuşum.
Bana okulda, “Bu da okusun mezun olsun gitsin, bundan hiçbir şey olmaz” gözüyle bakıyorlardı. Öğretmenlerin star öğrencileri vardı. Eşit davranılması gereken yerde müthiş bir eşitsizlikle karşılaştım ve sonra kendi yoluma gittim. Uzun yıllar resim falan yapmadım. Sonra kostüm tasarımı, sanat yönetmenliği -TRT Çocuk’ta 10 yıl sanat yönetmenliği- yaptım. Bunu da kendi merakım sonunda öğrendiğim ve annemden öğrendiğim şeylerle yaptım.
“Bir prova izlerken, oyuncuların nasıl ve ne renk bir kostüm giydiği canlanıyor gözümde”
Bir karakter için kostüm tasarlarken nasıl bir yöntem izliyorsunuz, tasarım aşamasından biraz bahseder misiniz?
Yönetmen oyunun metnini gönderiyor, nasıl bir dünya kurmak istediğinden bahsediyor. Ama sadece bu yeterli değil oyunun ayağa kalktığı zaman görmem gerek. Oyunun ayağa kalkması demek, provaların başlaması demek. okuma provasına gitsem, benim bir işime yaramaz. Sahnede görmem lazım.
“Bir oyuncu ne giyer?” gibi düşünmüyorum, eğer tek kişilik bir oyun değilse, bütüne bakıyorum. “Bütün olarak herkes nasıl giyer, oyuna nasıl uyum sağlar?” kendime sorduğum sorular bunlar.
Bir iş yaparken soru sorup cevap vererek ilerliyorum. Yönetmene soru sorup cevap almak da olabilir, kendime soru sorup cevap vermek de olabilir. Provayı izlemem yeterli, çok uzun olmuyor tasarım aşaması. İzlerken gözümün önüne geliyor. Bir şey izlerken ortamın ne renk olduğu, oyuncuların ne giydikleri canlanıyor gözümde. Renklere çok takığım ben. “Ne renk giymeliler, o dünya ne renktir?” soruları şekillendiriyor yaptığım kostümleri.
Aslında bir oyuncu gibi çalışıyorsun, oyuncuyla da konuşuyorsun. Soyut bir kostüm yapacaksam soyuttan kastım, yönetmenin tasarladığı dünya. En son Bakırköy’e yaptığımız Aristophanes’in çağdaş bir yorumuydu. Oyuncular Yunan kostümü beklerken ben onları Japon savaşçılar gibi giydirdim çünkü oyun ona açıktı.
“Birine dokunmak motive edebiliyor”
Tasarım yapmaya devam etme motivasyonunuz sadece sevmek mi? Yoksa yaptıklarınızı sahnede gördükten sonra tatmin olmak da motive ediyor mu sizi?
Benim bir şeye devam etme motivasyonum yok. Bu arada ben büyük bir “drama queen”im, mutsuzluğa hemen düşebilirim. Zaten öyle bir dönemde de yaşıyoruz, sağlı sollu girişmişler bize. Biz arada bir şeyler yapıp mutlu olmaya çalışıyoruz. Bazen böyle bir insanın güzel bir şey söylemesi, birine dokunmak bile yeterli olabiliyor, motive edebiliyor.
“Beğeninin çok önemli olmadığını 40’ımdan sonra anladım”
Peki nasıl devam ediyorsunuz? Başarıyı motivasyon kaynağı olarak görenler var, sizin motivasyon kaynağınız ne?
Başarı bir motivasyon kaynağı değil bence. Biriyle çalışırken, ona hizmet ediyorsunuz. Bu bir hizmet alışverişi. Tamam sizin işiniz de görülüyor ama o başka birinin dünyası. Ben şimdi “Kendim nasıl yaparım?” bunun peşine düşmeye başladım. O yüzden oyun yaptım, bir tane daha yapmayı düşünüyorum. “Kendi dünyamı nasıl kurarım, bu nasıl bir yolculuk bu?” ben biraz daha işin yolculuk tarafındayım, orayı merak ediyorum. Bir şeyler yapıyorsun, beğenen de oluyor beğenmeyen de. Ne yapabilirim? Bu arada bu kafaya çok geç ulaştım. Çok önemsiyordum beğeniyi çünkü biz beğeni üzerine büyütülmüş bir toplumuz. “Birileri bizi beğenmeli ki var olmalıyız” algısı ile büyütüldük. Beğeninin çok da önemli olmadığını 40’ımdan sonra anladım.
“Sergilerimde kendi mitolojimi yazıyorum”
Sergilerinizden bahsedelim biraz… Sergi açmaya nasıl karar verdiniz? Sergilerinizde her şeyi siz dikmişsiniz. Bu zamana kadar üç serginiz oldu. Bu sergilerde neyi anlatmaya çalıştınız?
(Biz Beceremiyoruz Bu ‘Love’ İşlerini Sergisi, Varka ile Gülşah)
Ben aslında, kendi mitolojimi yazıyorum. Yazılmış mitolojileri anladığım biçimde değiştiriyorum. Mitolojiler de hikaye anlatmak aslında, toplulukların bir şeyleri anlatma biçimleri. Ve biz bunun merkezinde yaşıyoruz. Anadolu bunun için inanılmaz bir kaynak. Annem de tam Karadenizli bir kadın, her şeyi öğreten annelerden. “Örgü de örün, dikiş de dikin. Düğme dikmeyi bilmeyen kadın mı olur?” diyerek kadınlığı böyle yükledi bize.
Birileri hep bir şeyler anlatıyor ve genelde bu erkeklerin anlattığı hikayeler. Anadolu’da da kadınlar bunu eşarbına oya yaparak, halı dokuyarak yapmış, perde dikerek yapmış. Kendi bir hikaye anlattığı zaman estetiği böyle kurmuş. Ben de hikayelerimi onların üzerinden alıp, çağdaş bir bakış açısı mı bilmiyorum, hikaye anlatıyorum.